Susan Cain: İçe dönüklerin gücü – TED konuşması

 

Çeviri: Meriç
Aydonat Gözden geçirme: Sancak Gülgen

Dokuz mülkken

ilk varsayılan bir yaz kampına gittim.

Bavulumu annem hazırladı,

doğal olarak da

içi kitaplarla doluydu.

Çünkü benim ailemde,

okumak en önemli grup aktivitesiydi.

Bu size asosyal olabilir,

ama gerçekten bizim için sosyal olmanın sadece farklı bir yoluydu.

Yanınızda oturan ailenizin

sıcaklığını hissetmekle birlikte,

kendi zihninizin içindeki maceralarda

dolaşmakta özgürsünüz.

Bence, kamp da

tıpkı böyle olacaktı, daha saf iyi.

(Gülüşmeler)

Kulübede birbirine uyumlu gecelikleriyle

kitap okuyan 10 kız düşünmüştüm.

(Gülüşmeler)

Ancak kamp alkolsüz bir bira partisine daha çok benziyordu.

İlk gün

müdürümüz bizi bir araya getirdi

ve bir tezahürat öğretti, bunu yazın geri kalanında

kamp ruhunu hissetmek için

onun gün yapacaktık.

Şöyleydi:

“ZORBAH,

zorbah, biz böyle yazarız.

Zorbah, zorbah haydi zorbah olalım. “

Evet.

Niçin zorba olmamız

ve niçin bu sözcüğü yanlışğımızı yazıyor

bir türlü anlayamadım.

(Gülüşmeler)

Ama bu tezahüratı diğer herkesle birlikte tekrarladım.

Elimden gelenin en işler yaptım.

Ve gidip kitapları okuyacağım

zamanı bekledim.

Ancak kitaplarımı bavulumdan ilk çıkardığımda

ranzadaki en popüler kız geldi ve bana

niçin bu kadar bayık olduğumu sordu.

Bayık, tabii ki, ZORBA-H’ın

tam tersi.

Bunu ikinci denediğimde,

müdür yüzünde endişeli bir ifadeyle yanıma geldi

ve kamp ruhuyla ilgili anlattıklarını tekrarladı

ve hepimizin geriye dönük olmak için

çabalamamız gerektiğini söyledi.

Kitaplarımı

bavuluma kaldırdım,

yatağımın altına koydum

ve yazın geri kalanında orada kaldılar.

Bunu yaptığım için biraz suçluluk hissettim.

Sanki kitapların bana ihtiyacı varmış,

beni çağırıyorlarmış ve ben onlara ihanet ediyormuşum gibi hissettim.

Ancak gerçekten onlara ihanet ettim ve o bavulu

yaz bitip ailemin yanına

gelene kadar açmadım.

Şimdi size yaz kampı ile ilgili bu hikayeyi anlattım.

Tıpkı buna benzeyen 50 hikaye daha anlatabilirim size,

bunların hepsinde aldığım mesaj

benim sessiz ve içe dönük halim

olması gerektiği gibi değil

ve daha dışa dönük olmak için çaba göstermeliyim.

Ben içimde her zaman bunun yanlış olduğunu

ve içe dönüklerin de oldukları gibi gayet harika insanlar olduğunu düşündüm.

Ancak bu fikrimi yıllarca inkar ettim

ve her zaman olmak istediğim yazar yerine

bir Wall Street avukatı oldum,

bunun bir nedeni de benim de cesur ve inatçı

olabileceğimi kendime kanıtlamalıydım.

Hep kalabalık barlara gittim

asıl istediğim arkadaşlarımla sakin bir akşam yemeği yemek olmasına rağmen.

Ve hep kendimle çelişen seçimleri

refleks haline getirmiştim,

öyle ki bunları yaptığımın farkına bile varmıyordum.

Pek çok içe dönük bunu yapıyor,

bu tabii ki kendi kaybımız,

ama aynı zamanda iş arkadaşlarımızın

ve toplumumuzun da kaybı.

Çok iddialı olsa da, dünyanın kaybı.

Çünkü iş yaratıcılığa ve liderliğe geldiğinde

içe dönüklerin en iyi yaptıkları şeye ihtiyacımız var.

Nüfusun üçte biri ile yarısı arasında insan içe dönük,

üçte biri ile yarısı.

Yani tanıdığınız iki ya da üç insandan biri.

Bu yüzden siz dışa dönük olsanız bile,

sizin iş arkadaşlarınızdan bahsediyorum,

eşinizden, çocuklarınızda,

yanınızda oturan kişiden bahsediyorum,

hepsi bu toplumumuza kazınmış

ön yargıyla karşı karşıya.

Hepimiz bunu genç yaşlarda

farkında olmadan içselleştiriyoruz.

Bu ön yargıyı açık olarak görmek için

içe dönüklüğün ne olduğunu anlamalıyız.

Bu çekingenlikten farklı.

Çekingenlik toplum tarafından yargılanmaktan korkmakla ilgili.

İçe dönüklük daha çok

sosyal tetikleme gibi bir duruma

nasıl tepki gösterdiğinizle ilgili.

Dışa dönükler bu tetiklemelerden zevk alıyorlar,

içe dönükler ise kendilerini

sessiz, sakin ortamlarda en canlı, en açık

ve en yeterli hissediyorlar.

Her zaman değil — bunlar kesin değil —

ama çoğunlukla.

Öyleyse yeteneklerimizi

en yüksek kapasitede kullanmak için

kendimizi en rahat olduğumuz

durumlara getirmeliyiz.

İşte bahsettiğim ön yargı burada ortaya çıkıyor.

En önemli kurumlarımız,

okullarımız, işyerlerimiz

hep dışa dönüklere ve onların ihtiyaç

duydukları bolca tetiklere göre düzenlenmiş.

Ayrıca ben şuna inanıyorum,

buna yeni toplu düşünme diyorum,

yaratıcılık ve üretkenlik garip bir

sosyallikten geliyor.

Günümüzdeki tipik bir sınıfı düşünürseniz:

Ben okula giderken,

sıralarda otururduk.

Sıra sıra dizilmiş sandalyelerde oturur

ve işimizin büyük kısmını kendi kendimize yapardık.

Ancak bugünlerde tipik bir sınıfa bakarsanız

sıraların toplu olarak dizildiğini görürsünüz,

birbirlerine bakan dört beş altı yedi çocuk.

Ve çocuklar sayısız grup çalışmaları yapıyorlar.

Matematik ve kompozisyon gibi

yalnız başına düşünme gerektireceğini düşündüğünüz konularda bile

çocukların komite üyeleri gibi davranmaları bekleniyor.

Kendi başına çalışmak isteyen

çocuklar da çoğunlukla

çıkıntı hatta daha kötüsü

problemli olarak görülüyor.

Ve öğretmenlerin büyük çoğunluğu

ideal öğrencinin içe dönük değil,

dışa dönük olduğunu söylüyor,

araştırmaya göre içe dönüklerin

notlarının daha iyi olmasına

ve daha bilgili olmalarına rağmen.

(Gülüşmeler)

Aynı şey işyerlerimizde de geçerli.

Çoğumuz açık planlı ofislerde çalışıyoruz,

duvarlar yok

ve sürekli olarak iş arkadaşlarımızın gürültüsüne

ve bakışlarına maruz bırakılıyoruz.

Liderliğe gelince de

liderlik pozisyonları için içe dönükler sürekli pas geçiliyor,

daha dikkatli olmalarına ve bugünlerde işimize yarayacak bir özellik olan

gereğinden büyük riskler

almaktan kaçınmalarına rağmen.

Wharton Okulu’ndan Adam Grant’ın yaptığı bir araştırmaya göre

içe dönük liderler sıklıkla

dışa dönük liderlerden daha iyi sonuçlar alıyorlar,

çünkü proaktif çalışanları yönetirken

onların kendi fikirleriyle çalışmalarına izin veriyorlar,

oysa dışa dönükler heyecana kapılıp

olanları bilmeden

kendi düşündükleri biçinde şekillendiriyorlar

ve böylece diğerlerinin fikirlerinin

gün ışığına çıkmasına engel oluyorlar.

Aslında, tarihin akışını değiştiren pek çok liderimiz içe dönüktü.

Size bazı örnekler vereceğim.

Eleanor Roosevelt, Rosa Parks, Gandhi

bütün bu insanlar kendilerini

sessiz, yuşakdilli, hatta çekingen olarak tarif ederlerdi.

Ve hepsi ilgiyi kendilerine çektiler,

aslında vücutları

bunu reddetse bile.

Bunun kendi başına bir gücü var,

çünkü diğerleri bu insanların artık dayanamadıklarını hissedebiliyorlardı,

diğerlerine emir vermekten hoşlandıklarından,

onlara bakılmasından hoşlandıklarından değil,

başka seçenekleri kalmadığından bunu yapmışlardı,

çünkü onlara göre doğru olanı yapıyorlardı.

Bence bunu noktada dışa dönükleri

sevdiğimi söylemeliyim.

Sıklıkla söylerim, sevgili eşimin de dahil olduğu,

en yakın arkadaşlarımın bir kısmı dışa dönük.

Hepimiz tabii ki içe dönük/dışa dönük çizgisinin

başka noktalarında yer alıyoruz.

Bu terimlerin yaygınlaştıran psikolog Carl Jung bile

saf içe dönük ya da saf dışa dönük

diye bir şey yoktur demiş.

Böyle bir insan olsaydı

tımarhanedeki bir deli olurdu demiş.

Bazıları içe dönük/dışa dönük çizgisinin

tam ortasında duruyor,

biz bunlara ortaya dönükler diyoruz.

Ben hep bunların iki ucun en iyi özelliklerine sahip olduklarını düşünmüşümdür.

Ancak çoğumuz kendimizi iki uçtan birinde görürüz.

Bence kültürel olarak daha iyi bir dengeye ihtiyacımız var.

Bu iki tip arasında daha çok

yin yange ihtiyacımız var.

İş yaratıcılığa ve üretkenliğe geldiğinde

bence bu özellikle önemli,

çünkü psikologlar

yaratıcı insanların hayatlarına baktığında

buldukları

bu insanların fikir alışverişinde ve fikirleri ileri götürmekte

çok iyi oldukları,

ancak ciddi derecede içe dönük oldukları.

Bunun nedeni yaratıcılığın önemli bir

bileşeninin yalnızlık olması.

Darwin,

ağaçlar arasında uzun yürüyüşlere çıkardı

ve akşam yemeği davetlerini reddederdi.

Daha çok Dr. Seuss olarak bilinen Theodor Geisel,

yarattığı inanılmaz şeylerin çoğunu

La Jolla, California’daki evinin

arkasındaki ofisinde yalnızken düşledi.

Kendisi kitaplarını okuyan

küçük çocuklarla tanışmaktan çekinirdi,

çünkü çocukların onun

Noel Baba gibi neşeli birisi olduğunu beklediklerini

ve onunla tanışınca hayal kırıklığına uğrayacaklarından korkardı.

Steve Wozniak ilk Apple bilgisayarını

o zaman çalıştığı Hawlett-Packard’daki

kabininde yalnız başına çalışırken yarattı.

Kendisi büyürken evinden çıkmak için fazla içe dönük olmasaydı

şimdi olduğu gibi

uzmanlaşamayacağını söyler.

Şimdi söylediklerim

tabii ki ortak çalışmayı bırakmamız anlamına gelmiyor —

tam bu noktada Steve Wozniak’ın gayet ünlü bir şekilde

Steve Jobs’la bir araya gelip

Apple Bilgisayarları’nı kurduğunu unutmayalım —

ancak yalnızlık önemlidir

ve bazı insanlar için bir yaşam tarzı olmuştur.

Aslında yüzyıllarca yalnızlığın

üstün gücünü bildik.

Sadece son zamanlarda nedense bunu unutmaya başladık.

Dünyanın başlıca bütün dinlerine bakarsanız,

temelde bir arayış olduğunu görürsünüz

Hz. Musa, Hz. İsa, Buda, Hz. Muhammet

bunlar hep doğayla baş başa

bir arayış işinde olan,

orada yüce değerlere ve değişimlere ulaşan

ve bunları içinde bulundukları toplumla paylaşan insanlar.

Yani doğa yoksa değişim de yok.

Günümüz psikoloji bilimine bakarsanız

aslında bunun süpriz olmadığını görürsünüz.

Öyle ki, bir grup içindeyken

sürekli diğerlerinin fikirlerini taklit ediyoruz.

Bu, kimden hoşlandığınız

gibi kişisel şeylerde bile geçerli,

farkında olmadan sürekli etrafınızdaki insanların

inançlarını kabul ediyorsunuz.

Ve bilindiği gibi gruplar

grup içindeki en baskın ya da en karizmatik kişinin fikirlerini kabul ediyor,

oysa ki en iyi konuşmacı olmakla

en iyi fikirlere sahip olmak arasında hiçbir ilişki yok.

Hiçbir.

Bu yüzden…

(Gülüşmeler)

En iyi fikirlere sahip insanı takip ediyor olabilirsiniz,

ama olmayadabilirsiniz.

Bunu gerçekten şansa bırakmak istiyor musunuz?

Kişilerin kendi başlarına,

grup dinamiklerinin verdiği kirlilikten uzakta

kendi fikirlerini üretmesi

ve sonra tekrar bir takım olarak bir araya gelerek

bunları iyi yönetilmiş bir ortamda tartışıp

oradan devam etmesi daha iyi.

Eğer bu doğruysa,

neden hep yanlış yapıyoruz?

Niçin okulları ve işyerlerini bu şekilde düzenliyoruz?

Ve neden içe dönüklere bazen kendi başlarına olmak

istedikleri için kendilerini suçlu hissettiriyoruz?

Bunun cevabı kültürel tarihimizin derinliklerinde gizli.

Batı uygarlıklarında,

özellikle de ABD’de,

eylem adamı her zaman

düşünce adamına tercih edilir,

düşünce “adamı”.

Ama Amerika’nın ilk yıllarında,

tarihçilerin karakter kültürü dedikleri şekilde yaşıyorduk,

o zamanlar insanlara öz benlikleri

ve dürüstlükleri için değer veriyorduk.

O zamanki kişisel gelişim kitaplarına bakarsanız da

hep “Karakter, Dünyadaki En Önemli Şey”

gibi başlıklara sahip olduklarını görürsünüz.

Abraham Lincoln gibi alçakgönüllü ve iddiasız

rol modellerinden bahsederler.

Ralph Waldo Emerson onun için

“Üstünlükle incitmeyen bir adam.” derdi.

Ancak 20. yüzyıla geldiğimizde

yeni bir kültür oluştu,

tarihçiler buna kişilik kültürü diyorlar.

Tarım ekonomisinden büyük şirketlere

evrimleştik.

Birdenbire insanlar

kasabalardan şehirlere taşınmaya başladılar.

Ve kendilerini, hayatları boyunca tanıdıkları insanlarla çalışmaktan,

etraflarını sarmalayan yabancılara

kanıtlamak zorunda buldular.

Ve anlaşılabilir şekilde,

çekicilik ve karizma

birdenbire önem kazandı.

Tabii ki de kişisel gelişim kitapları da bu yeni ihtiyaçları

karşılayacak şekilde değişmeye başladı ve

“Arkadaş Kazanmanın ve İnsanları Etkilemenin Yolları” gibi adları oldu.

Ve rol modelleri olarak

harika satıcılardan bahsetmeye başladılar.

Bugün içinde yaşadığımız dünya böyle.

Bu bizim kültürel mirasımız.

Sosyal yetenekler önemli değildir

ve takım çalışmasını

tamamen ortadan kaldırmalıyız

demek istemiyorum.

Yalnız başına bilgeleri dağa gönderen dinler,

bize aynı zamanda sevgiyi ve güveni öğütlüyorlar.

Ve bilim ve ekonomi alanında

karşı karşıya olduğumuz bazı problemler

o kadar geniş ve karmaşık ki

onları çözmek için birlikte çalışan

insan ordularına ihtiyacımız var.

Ancak benim söylediğim içe dönüklere kendileri olmaları için

ne kadar özgürlük verirsek onlar da

bu sorunlara kendi çözümlerini o kadar üretebilirler.

Şimdi sizinle bavulumda neler

olduğunu paylaşmak istiyorum.

Sizce ne?

Kitaplar.

Bir bavul dolusu kitabım var.

Margaret Atwood’dan “Kedi Gözü” .

Milan Kundera’dan bir roman.

Bu da Maimonides’ten

“The Guide for the Perplexed”.

Bunlar benim kitaplarım değiller.

Bunları yanımda getirdim

çünkü bunlar büyükbabamın en sevdiği yazarlar tarafından yazılmış.

Büyükbabam bir hahamdi

ve bir duldu,

Brooklyn’de küçük bir apartman dairesinde yalnız yaşardı.

Bu daire büyürken benim dünyada en sevdiğim yerdi,

biraz onun nazik va zarif varlığıyla dolu olduğu için,

biraz da kitaplarla dolu olduğu için.

Kelimenin tam anlamıyla söylüyorum evindeki

her masa, her sandalye asıl amaçlarını bir kenara bırakıp

sallanan kitap yığınları için raf olarak kullanılıyordu.

Ailemin geri kalanı gibi

büyükbabamın en sevdiği şey kitap okumaktı.

Cemaatini de çok severdi,

haham olarak çalıştığı 62 yılda

verdiği vaazlarda bu sevgiyi hissedebilirdiniz.

Her hafta okuduğu kitaplardan öğrendiklerini

eski insancıl hikayelerle birlikte bir halı gibi örerdi.

Birçok yerden insanlar

onu dinlemeye gelirlerdi.

Büyükbabamla ilgili can alıcı şey şuydu.

Bu seremoni rolünün altında

gerçekten mütevazı ve içe dönük birisiydi.

O kadar ki bu vaazları verirken

62 yıldır konuştuğu cemaatin

gözlerinin içine

bakmakta zorlanırdı.

Podyumdan uzakta bile

ona merhaba dediğinizde

sizin zamanınızı çalmaktan çekindiği için

konuşmayı fazla uzatmadan keserdi.

Ama 94 yaşında öldüğünde,

onun için yas tutmaya gelen

insanlar yüzünden

polis, mahallesinin sokaklarını kapatmak zorunda kaldı.

Bugünlerde büyükbabam örneğinden

kendimce öğrenmeye çalışıyorum.

Son günlerde içe dönüklükle ilgili bir kitabım basıldı,

bu kitabı yazmak yedi yılımı aldı.

Bana sorarsanız bu yedi yıl harika geçti,

çünkü okuyordum, yazıyordum,

düşünüyordum, araştırıyordum.

Bu benim için,

büyükbabamın kütüphanesinde geçirdiği zamanın eşdeğeriydi.

Ancak şimdi birdenbire işim değişti,

artık işim çıkıp bunun hakkında konuşmak,

içe dönüklük hakkında konuşmak.

(Gülüşmeler)

Bu benim için çok daha zor,

burada size konuşmaktan

ne kadar onur duysam da,

bu benim doğal ortamım değil.

Böyle ortamlar için kendimi

elimden geldiğince hazırladım.

Geçtiğimiz yılı her bulduğum firsatta

topluluk önünde konuşarak geçirdim.

Bu yıla “tehlikeli konuşma yılım” diyorum.

(Gülüşmeler)

Bu gerçekten yardımcı oldu.

Ama bundan daha yardımcı olan

benim içe dönüklüğe, sessizliğe, yalnızlığa

olan hislerim, inancım, umudum oldu

ve bana kalırsa çok köklü bir

değişime çok yakınız.

Gerçekten öyleyiz.

Ve burada bu fikri

benimle paylaşanlara

üç ödev veriyorum.

Birincisi:

Sürekli takım çalışması çılgınlığını durdurun.

Yeter.

(Gülüşmeler)

Teşekkürler.

(Alkış)

Söylediklerim açıkça anlaşılsın istiyorum,

çünkü ofislerimizin

rastgele, kafe tarzı etkileşimleri

cesaretletlendirmesi gerektiğine inanıyorum —

bilirsiniz, insanlar öylesine bir araya gelip

fikir alışverişinde bulunabilmeli.

Bu harika.

Bu içe dönüklükler ve dışa dönükler için harika.

Ancak iş yerinde daha fazla özel alana, daha fazla özgürlüğe

ve daha fazla özerkliğe ihtiyacımız var.

Okullar da aynı şekilde.

Çocuklara birlikte çalışmayı tabii ki öğretmeliyiz,

ancak kendi başlarına çalışmayı da öğretmeliyiz.

Bu dışa dönük çocuklar için de geçerli.

Kendi başlarına çalışabilmeliler

çünkü derin düşüncelere o şekilde ulaşabilirler.

Evet ikinci ödevim: Doğaya gidin.

Buda gibi olun, kendi değişimleriniz olsun.

Hep birlikte gidelim,

ağaçların arasında bir kulübe yapalım

ve bir daha birbirimizle konuşmayalım demek istemiyorum,

ancak söylemeye çalıştığım daha sık

fişimizi çekip

kendi düşüncelerimizle başbaşa kalmalıyız.

Üçüncüsü:

Bavulunuzun içindekilere dikkatle bakın

ve onları oraya neden koyduğunuzu düşünüyorum.

Dışa dönükler,

belki sizin bavulunuz da kitaplarla dolu.

Belki de şampanya kadahlarıyla

veya skydiving malzemeleriyle dolu.

Ne olursa olsun, bunları bulduğunuz onu fırsatta çıkarın

ve enerjinizi ve neşenizi bizimle paylaşın.

Ancak içe dönükler, içe aktarılmış için

büyük olasılıkla bavulunuzdakileri

dikkatle koruyorsunuz.

Bu sorun değil.

Ancak arada sırada

başka insanların da görmesi için bavulunuzu açmanızı umuyorum,

çünkü dünyanın büyüklüğünü ve taşıdıklarını var.

Size yolculuklarınız için en iyi dileklerimi sunuyorum

ve yumuşak dille konuşma cesareti diliyorum.

Çok teşekkür ederim.

(Alkış)

Teşekkür ederim. Teşekkür ederim.

(Alkış)

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.